Toplumsal varoluşun en eski dönemlerinden beri iktidarı korumak adına pek çok baskı mekanizması geliştirilmiştir. Bu yöntemlerden biri de Platon döneminden beri örneğini sık gördüğümüz kitaplara, yazarlara, şiirlere, şairlere ve sinema ve televizyona getirilen ‘sansür’ uygulamasıdır. İster demokratik olsun ister faşist ister güçlü olsun ister zayıf her iktidar muhalefet etmeyen kendi istediği sularda yüzen bir basın istemiştir.
SANSÜR NEDİR? VE NE ZAMAN BAŞLADI?
Sansür kelimesinin güncel sözlük anlamı: Basın, yayın, haberleşme ve sinema ve kitap yapıtlarının hükümetçe önceden denetlenmesi veya kısıtlanması işi’ şeklindedir. Sanata karşı baskı uygulamasının ve toplumsal sanat düşüncesinin ilk düşünürü olan Platon; sansürü sanat yapıtlarını seçme, kontrol etme, düzenleme ve gerekli gördüğü hallerde dışlama için kullanmıştır ve bu dönemde sanat toplumu eğitmek amacı güden bir araç olarak kullanılmıştır.
Sansür, daha geniş bir tanımla her hükümetin kendi döneminde kendine yapılan muhalefeti engellemek adına veya kendi ideolojisine uygun olmayan sesi bastırmaya çalışması sonucu sanatsal ifade özgürlüğünün engellenmesi ve bu bağlamda sanat eserlerinin tahrip olmasıdır.
Hıristiyanlık ‘ ta uzun yıllar boyunca Katolik Kilisesi’nin Yasak Kitaplar Listesi okunacak kitapları sınırladı. Genellikle devletin egemen din ve ahlakın korunması adına uygulanan sansür, matbaanın bulunuşu ve kitap basımının artması ile kurumsallaşmıştır.
Amerikan kolonilerinde sansür oldukça katı bir biçimde uygulanırdı. Ama 17. ve 18. yüzyıllarda sansüre karşı başlatılan çalışmalar, sansürün kapsamını, basın ve konuşma özgürlüklerini güvence altına alacak bir biçimde daraltan bir yol izledi.
2. Abdülhamit yönetiminde de sansürün en katı biçimde uygulandığı dönem oldu. 1881 yılında kurulan Encümeni Teftiş ve Muayene’ye gazete, dergi ve kitapları yayımlanmadan önce denetleme yetkisi verildi. Bu dönemde basılan her şey siyasal düzene uygunluk açısından denetlendi. Dolayısıyla bu dönemde de hükümetin ideolojisine ters gelen pek çok kitap, gazete ve dergi sansür mağduru edildi. Bunların yanında sanatsal yönden zaten geri kalmış Osmanlı Devleti’nde bu dönemde de sanat ilerleyeceği yerde geriledi.
Devletler sansür yolu ile koruduklarının; tarih, ahlak, geçmiş, gelenekler, ar ve namus duygusuymuş gibi gösterirler. Güya, halkı şiddete yönlendiriyor diye bazı kitapların dağıtımını engellemek isterler.
Tarihte ki büyük savaşların, işkencelerin ve katliamların anlatıldığı veya cinayetlerin kurgulandığı kitaplar yerine; kendi dönem politikasının, askerinin, polisinin mağdur ettiği insanları anlatan kitapları engellemeye çalışması asıl amacın bu olmadığının en büyük göstergesidir.
Sansür ile sanatsal ifade özgürlüğünü engelleyerek değil de toplumun refah düzeyini yükseltmeye çalışarak, kanunlarla, yasalarla, etkili eğitim ile sağlanmalı toplum düzeni. AİHM’nin içtihatları ile korunan ‘Sanatsal İfade Özgürlüğü’ hakkı, Türkiye’de özellikle sorunlu olduğu için en azından bir yönetmelik ile özel bir başlık altında korunmalı ki sanat eserleri her dönem politikasına göre şekil değişmesin.
Tabi Türkiye Cumhuriyeti hakimlerine de bu kapsam da çok iş düşmektedir. Yargı özgür bir erktir, hiçbir ideolojinin baskısı altında ezilemez.
Sanat var olmak için özgür bir alana gereksinim duymaktadır. Bence sanat bizi gerçek dünyadan az olsa uzaklaştırmak için vardır. Sanatçılarım eğitmenler gibi kuralları yoktur. Aksine sanat eseri, ayrı bir özgünlük ve alışılmışın dışında ifadeler içerebilir, rahatsız edici olabilir, sorgulatabilir, büyüleyebilir, şaşırtabilir.
Çünkü sanat özgür ruhların ürünüdür. Bir buğday tanesini üç gelecek bekler; bir çuvala konduktan sonra bir hayvana yedirilmek için ahıra boşaltılabilir, ekmek yapılmak üzere öğütülebilir veya çoğalmak için toprağa ekilebilir.
Ama biz insanız; seçebiliriz, hayatımızı hayvanlara yedireceksek de, başarısızlık ve ümitsizlik taşları arasında öğüteceksek de, düşünerek, sorgulayarak, okuyarak, öğrenerek çalışarak, inanarak kendimiz seçeriz. Hukuk Devleti olmanın gerektirdiği gibi…
Diğer yazılarımızı okumak için tıklayınız.