Bir yerde hürriyet, özgürlük, demokrasi kelimeleri zikredilmeye başlandıysa eğer, kendi duvarları arasında yaşayanların, tiranların, despotların sarayları da sallanmaya başlamıştır, endişe bulutları toplanıyordur artık. Bir yerde düşünce özgürlüğünden söz ediliyorsa eğer, orada hükümdarların hükümranlıkları akıl mahkemesinde yargılanmaya gidiyordur. Artık vicdanlarda deprem yaratacaktır olacak olanlar.. Bir süre sonra depremin artçı sarsıntıları gibi sıklaşır, taki halka mesafeli duran surlar yıkılana dek.
Veya egemenlik..
Egemenlik, yağmur yüklü bulutlara benzer, öyle ki gökten yere inmek için, gerekli kıvılcımını, şimşeğini bekler. Ondan sonra gör sokaklardaki özgürlük rüzgarını, duy hürriyet naralarını ve ıslan göklerden yere inen egemenlikle. Ne kadar yağsa kolay kolay temizlenmez tiranlığın lekeleri, her ne kadar bağırsan da hemen çıkaramazsın despotizmin zehrini içinden. Zaman ister, emek ister.
Lâkin bir yerden başlamasıdır birşeylerin ilk başta önemli olan.
Bu kimilerinin frenk icadı dediği terimler çağlayana benzer durduramazsın. Üzerine barajlar, bentler kurmak isteyenler, duvarlar örmek isteyenler çıkar. Yine durduramazsın. Yatağını değiştirir ama yine bir kanal bulur. Yavaşlar ama geçicidir, yine akar. Fırsatını buldumu da eskisinden de coşkun akar. Önünde ne duvarlar ne bentler ne de barajlar bırakır. Tıpkı doğa ananın ihanetlerimizin intikamını alması misali.
Düşüncelerin anasıda ona inanan ve sahip çıkmak isteyen kitlelerdir. Özgürlükte keza aynı şekilde..
Unutkan olan insanoğlu, kendisine verilen özgürlüklerin en son hududunu unutmaz! Şayet o hudutları daraltmak isteyenler çıkarsa bunlara direnir, tepkisini gösterir. Belki yıllarca mücadele eder onun olan o son hudutlarına tekrar ulaşmak adına..
Belki yıllarca netice alamaz, bu yolda bedeller öder, ölür, öldürülür, hapsedilir, tehdit edilir, kalemi kırılır ama filmde de denildiği gibi “fikirler kurşun geçirmezdir!” onları öldüremezsiniz. Nitekim o son hudutlara ulaşılır, hatta o hudutların ötesine geçilir. Dünya böyle hikayelerle doludur. Tarih o sonsuz külliyatına bu hadiseleri yazmıştır. Tarih o asil bağrına bu hikayelerin kahramanlarını basmıştır.
Türkiye’de yakın geçmişinde böyle bir devir yaşamıştır. 1876’ dan 1908’ e kadar süren uzun bir devirdir.
Yansımaları, yarattığı zihniyetleri günümüzde bile hissedilen bu devir imparatorluğun en uzun yüzyılı denilen devrinin, en can alıcı zamanlarıdır. O zamanların demokrasi, hürriyet sevdalılarını bugünlerde görmek mümkün. Aynı zamanda dönemin İstibdat yanlıları, Yıldız kapılarının müdavim komşularını da bugünlerde sıklıkta görmekteyiz.
Görüyorum ki, tarih sevapları ve günahlarıyla her daim tekerrür etmekte. O zamanların sancıları bugünde nüksetmekte ve mevcut zamana kendini hatırlatmayı başarıyor.
Fakat şuan ki iklimde sadece yıldız ve çevresini olumlu bir şekilde hatırlamak ve yazmak zorunda bırakılabiliyoruz.
Bizler tarihi konuşup, yazarken hep bu hatalara düştük. Şahsiyetleri putlaştırdık, ilahlaştırdık. Bu hatalarımıza bugün hala devam etmekteyiz. Sadece iyi taraflarını yazabiliyoruz. Olumsuzlukları yazamıyoruz. Korkuyoruz, çekiniyoruz, sosyal linçlerden ürküyoruz.
Aforoz Ortaçağ’dan hortlamış aynen karşımızda. Şuan da olduğu gibi!!
İstiklâl marşı şairimiz Mehmet Akif ’in Yıldız’’daki baykuş diye bahsettiği bir şahıstan söz etmek istiyorum. Onun sansür faaliyetlerinden, kapattığı gazetelerden, sürgünlerinden ve Yıldız zindanlarında mahkum edilen insanlardan söz etmek istiyorum.
Nitekim çok zor!
İsterim ki rahatlıkla eleştirebilelim.
Nafile!
Ancak suya ayağımızı sokabiliyoruz. Tamamen girsek donacağız. Bizimki de o misal..
Okuyanlar diyebilir;
“ee kardeşim bu adamın hiç mi iyi birşeyi yok?” diyeceksiniz. Elbette var!
En başta şunu söyleyebiliriz ki; o dönemin okullarında yetişen nesil bugünkü Cumhuriyet’in temellerini atan, kuran nesildi. O dönem onun okulları altın nesiller yetiştirdi. Bunun için teşekkür ederiz.
Ama bazı hatalar tüm doğruları silip süpürebiliyor. İktidarlar zamanla yozlaşabilirler, çünkü güç zehirlenmesi yaşıyorlardır. Gücün tek bir elde toplanması kontrolünü zorlaştırır. Beraberinde elinde tutanıda yakar. Beşer bu yükü çoğu zaman taşıyamamıştır, bocalamıştır. Nitekim meşrutiyeti ilan edip iki gün sonra kaldıranlar gibi. Gücü paylaşmak istemeyenler gibi..
Ama sonra ne mi olur ?
Seni eleştiren yazılar çıkar. Senin sarayının camlarına ufak taşlar çarpıyordur. Ufaktır ama seni tedirgin etmeye yeter. Çünkü şaşırırsın nasıl mutlak bir güce böyle bir taş gelir diye. Tedirgin olursun çünkü meşrutiyetin sorgulanıyordur, hissedersin. Biz senden korkuyoruzdur ama sen bizden daha cok korkuyorsundur!! Sonra ne yaparsın? Zaten demokrasiyi rafa kaldırmışsındır bari kitle iletişimine dokunma. Onlara da dokunursun, milletin sesini kesmek, suyun akışını durdurmak istersin. İşte o noktada artık sonun başlangıcıdır. Kum saati akmaya başlar. Ve birgün bir bakarsın Selanik’ten bir ordu gelmiş, çok hareketli bir ordu. Baykuşun konduğu dalı kesmiş. Bir bakmışsın durdurmak istediğin çağlayanda boğulmuşsun.
Yapma, yapmayın! Demokrasiye saygı duyun.
O zaman hep beraber!
Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet !!
Diğer tarih yazılarımızı okumak için tıklayın…